Bu toprakta yarın yoktur. Ara sıra dün tekrar eder o kadar...

salih74

Yeni üye
23 Şub 2008
6
0
Bu toprakta yarın yoktur. Ara sıra dün tekrar eder o kadar... undefined
undefined


Ilgana; çağdaş bir Dede Korkut öyküsü.
Kendi öyküsünü başkasından, başkasının öyküsünü kendinden bilmeyenlerin destanı...

Bu masalda kahraman şövalyeler, sihirli değnekli büyücüler, ışıltılar saçan periler yok. Güzel prensesler, beyaz atlı prensler, soylu krallar, neşeli şarkılar yükselen şatolar da yok.
Bu destanda, kuşaklardır yurt tuttuğu topraklarda sürgün olmuş konargöçer boyların hayatta kalma mücadelesi var.

Ilgana, atalarıyla bağları kopuk, yılgın bir toplumun kendini de, üzerinde yaşadığı toprağı da yeniden tanımlayışını anlatan, çağdaş bir Dede Korkut öyküsü.

Bu toprakta yarın yoktur. Ara sıra dün tekrar eder o kadar...

Ilgana, tütüyordu. Toprağın ve insanların yaşam gücü, büyücü rahiplerin yönettiği kentlere çekiliyor, geride uğursuz bir sis bırakıyordu. Bu duruma son vermek isteyen Sürekler, yüz yılı aşkın süredir kentlere karşı savaş veriyor ama kaybediyorlardı. Kamların tüm çabalarına karşın, uzun yıllardır atalarından destek göremeyen konargöçerler, her çatışmayla birlikte umutlarını da kaybediyor, geleneklerinden vazgeçmek ve aşağılanmak pahasına kentlere sığınıyorlardı. İki taraf son bir savaşa doğru sürüklenirken, düşlerinin peşinden giden genç bir kam çırağının yüz yıldır süregelen bu zulme son verebileceğini henüz kimse bilmiyordu. Kendisi bile...

Çağdaş Türk mitolojisinin başlangıcını oluşturacak olan Ilgana’da; yarının olmadığı, sadece ara sıra dünün tekrarlandığı topraklarda, doğru ile yanlışın, doğa ile kentin, doğu ile batının çatışmaları arasında kam adayı Sungur’un ve ona destek olan yoldaşlarının kahramanlıklarına tanık olacaksınız. Kurtarıcı şövalyelere, sihirli değnekli büyücülere, at üstünde yaşayan konargöçer vahşilere dair tüm ezberlerinizi değiştirecek, pek alışık olmasanız da çok tanıdık olduğunuz kavramlarla bezeli bu destanı bir solukta okuyacaksınız.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Destan yazan bir tarihçi

Özgür Özol, 1972 yılında İstanbul’da doğdu. 1990'lı yıllarda Umut Tarlaları ve İstanbul Efsaneleri gibi, Türkiye’de üretilmiş ilk bilgisayar oyunu projelerinin yapımcılığını, programcılığını ve senaristliğini yaptı. 1997-2004 yılları arasında edebiyat, kurgu ve oyun meraklılarının buluşma noktası olan SiHiR Kitabevi ve Kafe’yi kurup yönettiği yıllarda, edebi hayal dünyaları yaratmak üzerine çalıştı ve bu konuda çeşitli yerlerde konuşmacı olarak yer aldı. 2004 yılından itibaren, Türk kültür ve tarihinden türetilmiş, çağdaş sunum niteliğine sahip masal dünyalarının düşünsel tasarımına ve bunu sağlayabilecek bir altyapının kurulmasına yöneldi. Mimar Sinan Üniversitesi Tarih bölümü mezunu olan yazar, MSGSÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde İslam öncesi Türk Tarihi üzerine yüksek lisans çalışması yapmakta ve Orta Asya bozkır kültürlerinin ortak mitolojik özelliklerini araştırmaktadır. Çağdaş Türk mitolojisinin birinci adımı olmayı amaçlayan Ilgana, yazarın ilk uzun soluklu eseridir.

(ÖN OKUMA)

Az Gittim, Uz Gittim




Ilgana’ya ilk gidip gelişimin üzerinden altı yıl geçmiş. Doğrudur; tuhaf, alışılmadık, biraz da ürkütücü bir serüven benim bu kalkıştığım… Hem galiba, azıcık da delice… Bilmediğim, tanımadığım bir dünyaya girip çıkmak, hiç alışık olmadığım yerlerde yaşamaya çabalamak, başa çıkmamın olanaksız olduğu sorunları anlamak için her şeye burnumu sokmak pek akıllı işi değil gerçekten. Değil ama geriye her döndüğümde özleyiverdiğim, her gittiğimde de eninde sonunda bir şeylerden çekinip ‘geri mi dönsem acaba’ dememe neden olan yerler Ilgana toprakları. Gözlerimde hayranlığa şaşkınlık karıştıran bakışlarla, ‘şurayı da görmeliyim, bunu da anlamalıyım’ diye tozlu yollarında dolanırken bir baktım, yıllar geçivermiş işte.
Bunca zamandır kim bilir kaç kere gezdim bu serüven dolu, hareketli, bir o kadar da kasvetli ve hüzünlü dünyayı… Karlı kış gecelerinde keçe çadırlarda geceledim. Tüten topraklardaki eğri büğrü ağaçların iç ürperten fısıltıları arasında dolandım. Kıyı kentlerinin ürkütücü duvarlarının gölgelerinde bekleşen zavallı sığıntılara karıştım. Göğün katlarında gezen ulu ruhlarla, yerin bilmem kaç kat altında fırsat kollayan albızlarla karşılaştım. Sürek atlılarına katılıp, toprağın kanını emen büyücü şövalyelere akınlar verdim. Kimsenin ne olduğunu bilmediği simgelerle dolu, ıssız yıkıntıların kuytularında korka korka gezdim.
Dedim ya; Ilgana, bizim yaşadığımız dünyadan farklı... Aslında farklı olup olmadığı da biraz karışık çünkü bize hepten yabancı da değil. Her fırsatta gitme nedenim de bu zaten. İnsanı kendine çeken, hem ürküten hem bağlayan, olağanüstü bir yer. Beni neden çektiğini sorsan, şudur diyemem. Nesinden vazgeçemiyorsun desen, onu da söyleyemem. Bildiğim; havasından mıdır, suyundan mıdır, insana neden yaşıyor olduğunu anımsatıyor olmasından mıdır, Ilgana’ya bir kez gidenin, kendini düşünmekten alıkoyamadığı… Cesaret edip bir kere gittikten sonra, ‘tekrar istiyorum’ demeyeni de görmedim sahiden.
Ben başlarda tek başıma giderdim Ilgana’ya. Alırdım başımı, kayalık sivrilerinde kanatlı atlar üzerinde yiğitlerin süzüldüğü yaylaklara kaçardım. Bitmek bilmez göçlerin kalabalık kollarına karışır, doğa ruhlarından el alan kamları hayranlıkla izlerdim. Yeryüzüne yapışmış birer ur gibi, çevresinden yaşam emen kentlere karşı verdikleri mücadeleyi kendimce kenar kenar desteklerdim.
İlk günlerde çevremdekiler bana deli diyorlardı. ‘Bu yaptığın akıllı işi değil’ diyorlardı. Anlattıklarımı şefkatli gözlerle dinleseler bile, dudaklarından ‘cık cık’ eksik olmuyordu. Gide gele zaman geçti; nasıl olduysa, döndüğümde ‘anlatsana yahu’ diyenlerin sayısı günbegün arttı… ‘Ne gördün’ dediler, ‘nasıldı, neler oluyor oralarda’ dediler. Benimle birlikte vakur Sürek beylerinin dertlerini, kurnaz Dorman rahiplerinin fesatlarını, taş ve suyun çocuklarını, tüten toprakları, kamların çaresizliklerini, kopuk ozanların düşündürücü destanlarını izlemeye onlar da alıştılar. Var gücümle anlatmaya çalıştım. Dilim döndüğünce duyduğum, gördüğüm her şeyi aktarmaya çabaladım ama ilk başta pek de işe yaramadı açıkçası…
Süreklerin kim olduğunu, nasıl insanlar olduklarını anlattım önüme gelene, kim bilir kaç kez… ‘Doğayla iç içe, konargöçer yaşayan; kimisi hayvanlarla, ağaçlarla bile konuşabilen; alçakgönüllü ama sert yapılı insanlar bunlar’ dedim. ‘Bütün yaşamları, düşünceleri buna göre biçim almış’ dedim. ‘Zorunda kalmadıkça daha demiyorlar, yetiyorsa başka istemiyorlar’ dedim. Dedim ama işte, dinleyenler anladılar diyemem.
Gerçi, Süreklerin neden durmak istemediklerini benim anlamam da uzun sürmüştü. Kut ne demektir ben de ilk anda kavrayamamıştım. Çünkü yaşamın sürmesini sağlayan ama kendi de ancak yaşam sayesinde var olan o gücü kabullenmek zor bizim gibiler için… Herhalde o kadar büyük bir gürültü içinde yaşıyoruz ki hepimiz, kutun içimizden akmakta olduğunu hissedemiyoruz kolay kolay. ‘Ama Sürekler öyle değiller’ dedim dinleyenlere hep. ‘Onlar anlıyorlar ve buna göre yaşamayı beceriyorlar’ dedim. Döngüyü hissedebildiklerini, kutun kendiliğinden, yoğundan seyreğe akışına müdahale etmediklerini anlattım. Bir yerde kut azalırsa canlıların yaşam isteklerini yitirip yoza çalacaklarını da, toprağın tüteceğini de bildiklerini söyledim. Gök çökeli beri, yeryüzünde neden konargöçer gezdiklerini, nerede kut azalmışsa orada bir süre konduklarını, doğanın bitkin düşmüş ruhlarına kut ayırdıklarını, zamanla küskün toprağı bile şenlendirdiklerini anlattım. Pek azı anladı gerçekten neden göçtüklerini. Nasıl olup da kendilerini yalnız alışık oldukları yere değil de, aynı anda her yere ait hissettiklerini… Bunu bozacak olan her şeye karşı neden mücadele ettiklerini, gerekiyorsa savaştıklarını… Azı anladı sahiden ama en azından anlayanlar daha anlatmamı istediler.
Heyecanlandım tabii… Topladım dinleyenleri, bıkıp usanmadan anlattım ne görüp öğrendimse… Süreklerin hiç durmadıklarını, Ilgana’ya da zaten bu yüzden gelmiş olduklarını anlattım. ‘Burası üç yandan engin denizlerle çevrili, bir tarafı sarp dağlarla kapalı koskocaman bir yarı kıtaymış; boy boy gelmişler ve bu ıssız, perişan topraklara konmuşlar’ dedim. ‘Kırk kuşak oldu göçeli diyorlar ama anlaşılan burada işler farklı olmuş, bu kuşaklar pek de huzur bulamamış’ dedim. Atalarıyla konuşmadan toprağı kutlayamazlarmış Sürekler. Bunu yapabilmeleri için de kamların gök katlarına yükselip, atalarından el almaları gerektiğini anlattım. Bu sözleri ilk duyduğum zaman, ben de ipin ucunu kaçırmış, kendimi bir iki cümle geride kalmış hissetmiştim o zamanlar. Dinlemek isteyenler de elbette bana bir tuhaf baktılar. Anlamanın tek yolunun dahasını görmek olduğunu en iyi bilen bendim. Bu yüzden, atalarından el alamadıkları için tüten toprakları sağaltamadıklarını, asıl büyük belanın da onları tam bu sırada buluverdiğini anlattım. ‘Yeryüzünün orasının burasının neden tüttüğünü bundan sonra anlamışlar’ dedim. Denizden gelen büyücü Dormanların nasıl insanlar olduklarını, Ilgana’nın kıyılarındaki ıssız yıkıntılara çıkmak için Sürek beylerinden nasıl izin istediklerini, çıkar çıkmaz da işe nasıl fesat karıştığını bir bir anlattım. Ne mi oldu? Ne olacak, tuhaf bakışlar arttı…
Zamanla o tuhaf bakışlara şaşırmamayı bile öğrendim aslında. Kendi görmeyen pek anlayamaz, haksız da olmaz. Çünkü bu öykü çok uzun bir öykü... Bu dünya başka bir dünya… Alışık olmadığımız ama her nasılsa bize pek yabancı da gelmeyen, gerçekle hayal arasında sıkışmış, anlaşılması kolay ama inanılması zor şeylerle dolu bir dünya…
Ben de farklı bir yol buldum sonunda. Dedimdi ya ‘başlarda yalnız giderdim’ diye… Uzun süre öyle çabaladım ama işte, meğer başka türlüsü lazımmış. Bunu fark ettiğimden beri insanlara daha kolay anlatabilir oldum Ilgana’yı. Çünkü gerçekten merak edeni yanımda ***ürmeyi becerebiliyorum artık. Korkacak bir şey yok, senden önce de pek çok insan geçirdim Ilgana’ya… Onların da kimileri senin gibi duraksadılar başlangıçta ama çabucak alıştılar. Alışmakla kalmadılar, Ilgana’nın yıpranmış yollarında bıkmadan usanmadan benimle birlikte yıllarca gezdiler ve benim bile fark etmemiş olduğum yönlerini görebilmemi sağladılar. Ben bugün Ilgana’yı hem daha iyi anlıyorsam hem de anlatabiliyorsam, bunu benimle bu yolculuğa çıkmaktan çekinmeyenlere; Ayşegül Övün, Ömer Hacıömeroğlu ve Ural Urgunlu gibi, Hande Şarman, Umut Altunoğlu, Mehmet Göksu, Emre Erdur ve Başar Gençer gibi nice insana borçluyum.
Bu yüzden, şimdi de senin elinde kitabı görünce, bunu söylemeye geliverdim yanına. Pervasızlık gibi geldiyse kusura bakma ama fazla vaktim de yok… Davulları duyabiliyor musun? Çabuk karar vermen gerekiyor; çünkü yanımda bir kişi ***ürebiliyorum her seferinde. Gelmek istiyorsan, göreceğin şeylerin alışık olmadığın halde tanıdık geldiğini senin de fark edeceğinden emin ol. Adım adım yanında olacağım ve bildiklerimi sana anlatmaya çalışacağım. Benimle gelen önceki yolcularla birlikte çıkardığımız haritaları göstereceğim, hatta derlediğimiz bir sözlüğü bile kitabın sonuna ekleyeceğim.
Ne mi göreceğiz birlikte? Ne zamandır merak ettiğim bir dönemi var Ilgana’nın. Galiba tam o noktaya gitmenin yolunu da sonunda buldum. Sen de madem gelmek istiyorsun, birlikte Ilgana tarihinin dönüm noktalarından birine yolculuk edeceğiz. Süreklerin Ilgana için ne yapabileceklerini öğrenişlerini birlikte izleyeceğiz. Bu kartal tüyünü iki elinle sımsıkı tut ve başını göğe dikip, benimle birlikte tekrar et: ‘Anımsamak istiyorum!’
Gözlerini yumduğunda, derinden gelen davul vuruşlarını duyacaksın. Sonra kulaklarına yanık kam ezgileri, tozu dumana katan hayvan sürülerinin sesleri, devasa kent duvarlarının ardında yankılanan ürkütücü ilahiler gelecek… Burnuna bozkırdaki devedikenlerinin, görünüşünden beklenmeyen kokusu çalınacak. Kutsuz toprakların ekşi dumanı da, büyücü şövalyelerin kesif tütsüsü de genzini yakacak. Yelin yardım diler gibi tenine sürtündüğünü, bastığın toprağın yılgınlıkla ürperdiğini sezeceksin… Hiçbirine direnme… Bütün duyularını kapat, yalnız aklını aç… Atalar kutlasın; Ilgana'ya geçiyoruz artık…

Ada





Toprak tütüyordu.
Adaları çamura bulayan soğuk yağmura karşın, tek tük cılız ağacın köklerinin arasından belli belirsiz bir duman sızıyordu. Çamurun bir karış üstünde hayal meyal bir sis gibi toplanmış, sanki bilinci varmış, uğursuz bir amaca hizmet edermiş gibi usul usul birikmişti.
Gök rengi iri kurt, mora çalan gece ufkuna dizilmiş adalardan en büyüğünün kıyısında, dalgalı yarların tepesindeydi. Denizle kavgaları bitmek bilmeyen kayalıkları tepeden gören yükseltide gün battığından beri dikiliyor, bekliyordu. Pis pis çiseleyen yağmur altında, serin kış yeliyle iyiden iyiye kabaran dalgalar aşağılardaki kıyıyı hırsla dövüyor; kayalar suları her göğüslediğinde ada baştan aşağı titriyordu. İki taraf bir dahaki çarpışma için hazırlanmak üzere kısacık durulsa da, gümbürtü az sonra baştan başlıyordu.
Topraktan sızan ekşi kokulu dumanın ağır ağır salınmalarından özenle sakınan kurt, gözlerini kısmış, deniz kıyısına odaklanmıştı. Gecenin karanlığında ancak bir yırtıcının fark edebileceği belirsiz insan gölgelerinin, aşağıdaki kayalıklarda hareketlerini izliyordu. Beklediği zamanın geldiğinden emin olunca başını kaldırdı. Bilge gözlerini yeryüzüne giderek abanan bulutlarda şöyle bir gezdirdi. Koca pençelerinin çamura bastığı yerlerde hiç iz bırakmadan, su birikintilerini bile kıpırdatmadan, hızlı ve sessiz adımlarla yar boyunca ilerledi. İçinden cılız, mavi ışık huzmeleri sızan bir ağzı andıran mağaraya yöneldi.
Kayalık yarın gölgelerine gizlenmiş, denizi tepeden gören mağaranın hemen içinde; kaynağı belirsiz, soluk mavi ışığın altında on beş on altı yaşlarında bir delikanlı geziniyordu. Bedenini saran yün cübbenin başlığını açmış, kel kafası mavimsi bir haleyle pırıldar olmuştu. Koyu sarıya çalan gözlerinde keskin ama bıkkın bir ifade vardı. Mağaranın pürüzsüz duvarlarında elini gezdiriyor, eritilerek biçim verilmiş gibi görünen sarkıtların ve dikitlerin arasında yürürken ara sıra hayretle duraklıyor, bir dikitle biraz uğraştıktan sonra yeniden dolanır oluyordu. Gün battığından beri geçen iki çağdır burada gizlenirken kaçıncı kez yaptığını unuttuğu bir şeyi tekrarlamak üzere duvara yanaştı. Duvara oyulmuş, karışık simgelerle örülü bir ime dokundu.
“Alluvamma… Ne istiyorsun, anlamıyorum ki? Alluvamma işte…”
Bir işe yaramayacağını bile bile, sözcüğü tekrarladı. Beklediği şey –herhangi bir şey— olmayınca düş kırıklığıyla yüzünü buruşturup duvardan ayrıldı. Mağaranın karanlık ağzından kendisine bakar olan gök rengi kurda döndü:
“Hah, geliyorlar mı? Sonunda…”
Kurt yanıt vermedi. Burnunu kırıştırıp sakin tavırlarla delikanlıyı süzdü. Mağaranın dışında, gecenin karanlığında kalan kıçı ve kuyruğu belirgin görünse de mavi ışığa girmiş olan başı ve ön ayakları saydamlaşmıştı. Delikanlının gözlerine tıpatıp benzeyen gözlerini mağarada şöyle bir gezdirip, yeniden dışarı çıktı.
“Burada da var o imlerden, Yele, bak! Lakin korkarım kılıç rahibinin dediği gibi olmuyor. Zaten bunlarla uğraştığımı görse…” Delikanlı, kurdun kendisini dinlemediğini, hem de beklemediğini fark edince anlatmayı kesti. “Hadi bakalım… Göster kendini Sungur; sonunda zaman geldi.” Kendi kendine mırıldanırken, dikitlerden birinin dibindeki çantasını toparlamaya koyuldu. Apar topar mağaradan çıkarken bir şeyi kışkışlar gibi elini salladı. Elinin hareketi bitip de kendisi yağmura çıkarken mavi ışık sönmüş, mağara ne zamandır alışık olduğu karanlığa geri gömülüvermişti.
Genç adam, içini bürüyen heyecana söz geçirmeye çalışarak kurdun peşi sıra yar boyunca yürürken bir an duraladı. Kıyıdaki kayalıklarda ustalıkla gizlenen gölgeleri seçebilmek için boşuna çabaladı. Sonunda pes etti, yardan dolana dolana inen taş yola vurdu.

Dalgaların kayalarla savaşa mola verdiği anlardan birinde, üç gölge alışkın bir çeviklikle yosunların üzerinden geçivermişti. Yarısı suya gömülü karanlık mağaralardan birinin az ötesinde durduklarında, içlerinden en iri olanı elini ağzına ***ürdü. Bir hayvanı taklit eder gibi, tuhaf, cırtlak sesler çıkarıp bir süre bekledi. Kayalıkların arasından birkaç kikula kafalarını uzatıp, gagalarını kakırdatarak merakla kendisini süzer olsa da cırtlak sesi ısrarla tekrarlamasından, gölgenin istediğinin bu olmadığı belliydi. Mağaranın ağzına doğru ilerlemek üzereydi ki yanındakilerden birinin sabrı taştı:
“Hele… Öldünüz mü be içeride, dipsizler?”
Oyuğun içinden, karanlıklar arasından zorlukla tutulduğu belli olan gülüşmeler duyuldu. Bellerine kadar suyun içine girmiş, yatağanlarını omuzları üzerine almış iki adam gelenleri karşıladı. Hâlâ sırıttıkları seçilebiliyordu. Gülüşmeleri geleni iyice huzursuz etmişti:
“Gebe kikula sesi çıkar demedin mi Vesi’nin köksüzü? Şimdi ne gülersin?”
“Yahu gebe dedik, gebe… Sen tutar da kızışmış dişi kikula sesi edersen öyle, bu hayvancıklar ne yapsın?” Kayaların arasından gagalarını uzatmış, yüzgeçlerini kabartmış, insanlardan çekindikleri sezilse de gösteriş yarışına girmiş erkek kikulaları gösterdi. “Bunca yıldır korsansın dedim de ayırt edersin sandımdı, ben ne bileyim…”
“Ulan kızışmışı sen şimdi…”
“Noluyor?”
Mağaranın içinden yükselen sert kadın sesi, tehditleri de gülüşmeleri de kesiverdi. Yatağan kuşanmış, çevik hareket eden, gençten bir kadın, yanında uzun boylu, iri yapılı bir adamla cılız ay ışığında belirdi. Yumruklarını beline dayadığında, kadının gözleri karanlığa karşın şimşekler çakıyordu. “Ne boburdanıyonuz?”
“Senin bu odabaşın bizi tefe koyar da bilmezsin sanki Cinli Reis. Gebeymiş de kızışmış da…”
“Yeter! Ne durumda ortalık? Geliyor mu çocuklar?”
“He… En azından on beş çocuk. Az sonra burundaki tapınağa varırlar. Toprak iyiden iyiye tüter olmuş adada ama aha şuradan baksan, görünüyor.”
“Koruma var mı?”
“Tek tük zırhlı şövalye var galiba çocukların yanında ama pek seçemedik, reis.”
“Akılları başka yerde çünkü...” Odabaşı, yanındaki adamı dirseğiyle dürterek kikulaları gösteriyordu ki kadın çıkıştı:
“Aro, atan dirilsin! Savaşa giriyoz ki senin gibi odabaşına böyle mi yaraşır?”
“Savaşa mı?” Aro’nun sesi ciddileşivermiş, yüzündeki gülümseme silinmişti. Vesi halkına özgü ince ve kalkık kaşları az daha dikilince, yüzü şaşkın ifadesinden sıyrılıp gülünç oluverdi. Biri dibinden, biri ucundan iki boncukla bağlanmış sakalını kaşıyarak: “Koruma varsa saldırmayız demedin miydi Cinli Reis?”
“Çok değilmiş diyor baksana. Çatra Adası'na canımız istediğinde akın veremeyiz her zaman. On beş ****** birden alabilmek fırsatı kaç kere geçer elimize? Bir seferde en çok kaç çocuk kurtardık bugüne dek, Aro?”
“Üç, reis…”
“Hadi bakalım… Adamları topla da çatışmaya hazır olsunlar. Beş okçu yeterdir, kapalı yerde vuruşacaz, kalanı yatağan sıyırsın. Beni görecek yerde bekleyin, işaret verince fırlamaya hazır olun. Gemiyi de okçular kollasın.”
“Buyruk senin, Cinli Reis…”
Kadın ve yanındaki uzun boylu adam diğerlerinden ayırılıp, mağaradan çıktılar. Kayaların arasına, gelenleri görebilecekleri bir yere sindiler. Ağır adımlarla ilerleyen zırhlı, cübbeli gölgelerin kim oldukları kayaların arasındaki gediklerden açıkça seçilemese de, levendin kalan süreyi doğru kestirdiği açıktı.
“Hay dümenine! Görünmüyor ki…” Cinli Reis, belirip kaybolan yirmi kadar gölgeyi deneyimli bakışlarla süzmüş, söylenerek adamın yanına geri çöküp savaşa hazırlanır olmuştu. Yanları delikli denizci çizmelerinin bağlarını sıkıladı. Cepkenin önünü iyice ilikleyip, kollarını oynatarak esnetti. Saçlarını tutan yemeniyi çözüp, ensesinden yeniden sımsıkı bağladı. Kuşağına sıkıştırdığı kırgıyı belleyip yatağanını sıyırdı. Yanındaki pos bıyıklı adama döndü.
“Hadi bakalım Yağıranoğlu…” Mırıldanırken, donuklaşan ela gözlerini yumup, az sonra olacakları hayal etmeye çalıştı.
“Maralça…” Adam da zincir zırhının bağlarını sıkılamış, eğri kılıcını ve oyma işlemeli kalkanını hazır ettikten sonra huzursuz mırıldanmıştı. “Ola ki bir terslik olursa…”
“Hele… Terslik ne biçim söz?”
“İşte, ne olur ne olmaz diyom. Bir dinle…”
“Ne olacakmış? Göremedikse göremedik. Bunca yıldır beterini gördük de, terslik mi olmuş İlter? Şövalye ha eksik, ha fazla… Bugün mü konuşasın tuttu…”
“Onu diyom kadın. Bugün bana bir şey olursa, bil ki bugüne kadar…”
“Dalgaya yardan inesice! Sen yanımdayken ben Dorman’dan mı korkmuşum? Kimseye bir şey olacağı yok. Boş boş konuşursun da, yine senden daha çok şövalyeyi kesecem diye korkundan…”
Sözü yarım kaldı. İlter, kadının bedenini kendine çekivermiş, yalandan tepkisini görmezden gelip kolunu beline dolamıştı. Dudaklarını o güne kadar hiç öpmemiş gibi öperken, kadının kendini teslim ettiğini hissetti. Kısacık bir an… Sonra boynuna sarılan el yumruğa dönüştü. Zırhına yaslanan göğsün soluğu, kesildiği yerden sürer oldu. Kadın, kıvrak bir hareketle kollarından sıyrılıverdi.
“Seni hep sevdiğimi bil, Maralça.”
“Yuh! Atan dirilsin! Bir de koca boy beyi olacan, ortalık yerde…” Yumruğunu örme zırhlı omuza bütün gücüyle geçirdi. “Leventler bakar der mi hiç?” Adamın hüzünlü gülümseyen gözlerini görünce bir daha vurdu. “Cinli Reis’in şanını düşünür mü?”
Kayalık burundan tiz bir boru sesi yükselince susup, geri çömüverdi. Bekledikleri kafile, burnun ucundaki eski Vesi tapınağına girmeye başlamıştı. Saldırı zamanının geldiğine karar veren Maralça, adamın bacağını son kez çimdirip, kadın olmayı kesti. Adamlarını savaşa sürmek üzere olan bir önderin donuk ifadesi güzel yüzüne sinerken, dişleri arasından mırıldandı:
“Daha dur! Hele Dorman’la işim bitsin Yağıranoğlu… Görürsün sen Uludeniz kıyıları kaç bucakmış.”

Saldırı birdenbire başlamış, yağmurun içinden çıkıveren Cinli Reis’in ve leventlerinin gazabı aniden çökmüştü. Baskına uğrayan şövalyeler, karmakarışık çekilir oldular. Avlanan bir köpekbalığının keskin, kendinden emin hareketleriyle düşmanına hızla yaklaşan kadın, rakiplerinin dalgaların patladığı kayalık burnun ucundaki yıkığa girdiklerini görebiliyordu. Yaklaşan şafağın laciverde boyadığı, taştan bir deniz kabuğunu andıran Vesi tapınağına apar topar ***ürülen cübbeli çocukların hareketleri tuhafına gitti. Küçük bir kuşku yüreğini yalasa da, kapıdaki adamın giysileri gözüne çalınınca bütün dikkati oraya yoğunlaşıverdi.
“Morlu giyen namussuz asa rahibi… Kiriş durun, büyü yapacak!”
Hemen ardından atılan beş adamıyla son kayaları aşarlarken, leventlerinin ok desteği başladı. Kadın, çevresinde vızıldayan okları umursamadan, yosun bağlamış taştan dev deniz kabuğunun dibine ulaşmış, çürümüş ahşap kapıyı naralanarak, bir tekmede açmıştı. İçeri girmek üzereyken, tüten topraktan yükselen ekşi kokuyu bile unutturan bir his; içinin çekildiği, tüylerinin diken diken olduğu duygusu bedenini bürüdü.
“Emiyor, reis. Çekil ordan!”
Kadın, telaşla geri çekilip kendini kayaların arasına atarken, yıkıntının kırıklarından mor bir parıltı geceye saçılır oldu. Hepsinin içini ürperten, kanlarının çekildiğini hissettiren huzursuz duygu doruğa çıktığında, mor bir ışın çatırdayarak kapıdan dışarı fışkırdı. Dalgaların gümbürtüsünü bile bastıran bir gürültüyle kayalarda patladı ve burnu baştanbaşa soluk mora boyadı.
“Hadi bre Dorman ödleği!” Cinli Reis çok beklememiş, büyünün ekşi kokusu daha havadayken içeri dalıvermişti.
Yol yol çizilmiş, deniz kabuğuna benzeyen duvarlarda oynaşan su pırıltılarından başka pek bir şey seçilemeyen yıkığın içinde, kapıyı kollayan bir şövalyeyi göz ucuyla seçti. Zırhlı adamın çift eliyle savurduğu kocaman kılıçtan kıl payı sıyrıldı. Kendi çevresinde dönüp, karanlıkta şimşekler çakan yatağanı zırhın diz arkasına sapladıktan sonra göz açıp kapayana kadar kuşağındaki kırgıyı sıyırmış, kapının diğer tarafındaki şövalyeye savurmuştu bile. Tolgasının burun yarığından vurulan zırhlı adam, kadının üzerine yürümekten cayıp haykırarak diz üstü gelirken, İlter ve leventler kapıdan girdiler. Cinli Reis, kurbanlarını ikinci kez yoklamadı. Dar bir köprüyle iki yakası bağlanmış, midye içini andıran geniş yıkıntının diğer tarafında dikilen üç zırhlı adama baktı. Önlerinde duran çocukların başlıkları hâlâ kapalıydı.
“O çocukları bize verirsen, ölümün acısız olur gavur dölü!”
Yüzü beyaz denecek kadar soluk, göz oyukları buzla kaplanmış gibi görünen, soluk sarı saçları zırhının omuzlarına dökülen adamın incecik dudaklarındaki sırıtma, kadının hoşuna gitmemişti. Sözünü tekrarladı:
“Ver dedim!”
Zırhlı rahibin yanıtı, Cinli Reis’in düşündüğü gibi olmadı. Adam ellerini yumruk yapıp, göğsünde çaprazlama birleştirdi. Ağzından dökülen baygın mırıltılar eski püskü yapıyı temellerinden titretti. Leventler ne olduğunu anlayamadan, az önce kırdıkları ahşap kapı kesme taşlarla örülüvermişti.
“Al senin olsun, Sürek yosması!”
Başlıkları açılan cübbelerin içinden, kaçırılmış Sürek çocukları yerine zırhlı şövalyeler çıktı. Kurulu gavuryaylarını hiç beklemeden doğrulttular. Köprünün karşısındaki şaşırmış korsanlara demirden oklar yağdırmaya koyuldular.
“Pusudur! Çıkış tıkandı reis!”
Cinli Reis, leventlerinden birinin vurulduğunu hayal meyal fark etti. Sahte bilgi veren adamı eline geçirdiğinde yapacaklarını düşünmemeye çalışarak, seçeneklerini taradı. Asa rahibinin yoktan örüverdiği duvarı yıkmaya uğraşmanın yararsız olacağını biliyordu. Kendilerinden üç kat kalabalık, ağır zırhlı şövalyelerin oklarına karşı koşmak da, dikkatle kurulmuş bu pusudan kaçmaya çalışmak da eşit derecede anlamsız görünür olmuştu.
Anlamı olan bir şey düşünmeye kendini zorlarken, yıkık pencerelerden birinin dibinde çömelmiş olan sevgilisinin yerinden fırlayıp, köprüden okçuların üzerine yürür olduğunu yan gözle seçti.
“İlter!”
Sığındığı duvar çıkıntısından dışarı adım atmasıyla, ok yağmurunun başlaması bir oldu. Hiçbiri hedefini bulamayan oklar yemenisinin kuyruğunu sıyırarak, bacaklarının arasından vızıldayarak uçarken, köprüyü geçen adama hiç ok salınmadığını fark etti. Yağıranoğlu İlter Bey, hepsinin şaşkın bakışları altında Dormanların yanına ulaştı. Asa rahibinin yanında durup korsanlara döndüğünde, gölgeler arasındaki yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyor, gözleri seçilemiyordu; ama asa rahibinin sözleri, görülecek bir şey kalmadığının kanıtı oldu:
“Buraya kadar deniz sürtüğü! Artık tek başınasın. Babanın nasıl süründüğünü görememişsin demişlerdi. Şimdi kendin tadacaksın.”
Adamın sözleri yıkığın duvarlarında yankılanırken Cinli Reis kudurdu. Gavuryayları yeniden kurulurken ileri atılıp, kapı dibindeki şövalye cesedinin burnundan kırgısını söktü. Böyle zamanlarda sövmeden duramayan kadının ağzından bu kez tek sözcük çıkmadığını gören leventleri telaşlanmış, ok yağmuruna karşın yanına koşturmuşlardı.
Cinli Reis, kendisini durdurmaya çabalayan Aro’ya yumruğu basıp, Dormanların önüne çıktı. Uçuşan oklar arasında ciğerlerini yırtar gibi haykırarak fırlattığı kırgıyı en öndeki okçunun tolgasız alnına iç bulandıran bir çatırtıyla oturttu. Yatağan elde, köprüye koşturmaya dönüyordu ki, yıkıktaki herkesle birlikte içinin çekildiğini hisseder oldu.
“Yine büyü yapacak, savulun! Reis, geri dön!”
Karşıdaki asa rahibi de en az leventler kadar şaşırmış görünüyordu. Kendisinden başka büyü yapabilecek birini getirmediğinden emin olsa da, buz kaplı çukurlara benzeyen gözlerini dev deniz kabuğunun taştan duvarlarında kaygıyla gezdirdi. Oldukça güçlü olduğunu şaşarak sezdiği akışın nerede toplandığını, kim tarafından kullanılabileceğini kestirmeye çalışıyordu.
“Kim bu densiz? Benden izinsiz…”
Sözlerini bitiremedi. O güne kadar ne kendisinin, ne leventlerin görmüş olduğu yoğunlukta gücün yıkıntının duvarında yoğunlaştığını hissettiğinde, bir şey yapmak için geç kalmıştı. Taşlarda oluşan çatlaklar hızla yayıldı, bütün duvarı çatırdayan damarlar kapladı. Kulaklarını zonklatan kısa bir sessizliğin ardından, duvar yıkığın içine gümbürtüyle patladı. Kimse ne olduğunu anlayamadan şövalyelerin üçü demirden gülleler gibi denize savrulmuş; uçan koca taş parçaları, yıkığın zeminini yosunla karışık bir molozla kaplayıvermişti.
Köprüden fırlayan taşlarla savrulmuş olan Cinli Reis, üzerine yığılan molozun içinde sendelerken, buyurdu:
“Kaçırmayın! İhanetin bedelidir. Tutun soysuzu!”
Temelinden sarsılan yıkığın tavanından parçalar düştüğünü, dev deniz kabuğunun iki yakasını bağlayan köprünün çatırdadığını gören Aro, duvarın ortasından yağmurlu şafağa açılan gedikten dışarı göz atacak fırsat bulmuştu.
Günün ilk ışıklarının habercisi lacivert gölgeler biraz aydınlanmış, kayalıklar loş da olsa seçilir olmuştu. Vesi denizcinin alışkın bakışları, ufku hızla taradı. Kendilerini almak üzere gelen kırlangıç, kayalık burnu dönüyor, yelken kısarak kıyıya yanaşıyordu. Aro, içini kaplayan erken sevince söz geçirmeye çalışarak, fal taşı gibi açılmış gözlerini kıyıya çevirdi. Kendi korsanlarının işi olmadığına emin olduğu patlamanın sorumlusunu seçmesi çok sürmemişti. Taşların döküldüğü duvarın az ötesinde, çığlık çığlığa kaçışan kikulalarla dalgaların dövdüğü yıkıntının arasında Dorman cübbeli, kel kafalı, gözleri buza çalan, sıska bir delikanlı dikiliyor, kendisine el ediyordu:
“Geminiz geldi. Çabuk olun!”
Duvardaki geniş kırığın önünde koskocaman, saydam bir kurt hırlayarak belirdi. Aro, gök rengi kurdun diş göstermesinden şövalyelerin mi kendisinin mi daha çok çekindiğini kestirmek için beklememişti.
“Hadi reis, bu tarafa çocuklar!”
“Hayır Aro!” Reisleri, molozun içinde öksürerek dikildi. Ayakta durmakta zorlanıyor, toza ve kana bulanmış ağzından dökülen sövgüler bile anlaşılamıyordu. “Ya onlar ya biz diyom, kefeni düğümsüzler! Hainin cezasını…” Yatağanını boşluğa savururken sendeledi. Bere içinde kalan bacakları titreyerek, olduğu yere çöktü.
Tozun dumanın içinde, diz üstü geldiği yerde hâlâ sövmeye çalışan Cinli Reis’i iki kişi omuzladılar. Kırılan köprünün karşısından kendilerini süzen Yağıranoğlu İlter’e son kez baktılar ve Dormanların gavuryaylarını yeniden kurmalarına fırsat vermeden, şafağın ilk ışıklarına atıldılar.
Kayıklarına koşturup kırlangıca ulaşmaları çok sürmemiş, ağır zırhlı Dormanlar duvardaki kırıktan onlar kadar çabuk geçememişlerdi. Güneş, Çatra Adası’nın tüten kayalıklarını aydınlatırken, delikanlıyı da aralarına alan on kadar gölge apar topar güverteye çıktı.
“Fora yelken!” Odabaşı Aro, hâlâ tozlu kan tüküren reisin bir şey demediğini görünce haykırmıştı. Küçük tekne, geldiği gibi çevik hareketlerle kayalık burundan ayrıldı, apazlamayı yakaladı ve hızla kuzeye, ana karaya yöneldi. Kıç küpeştesinin yağmurdan sırılsıklam olan dibine çökmüş Maralça Reis, çamura ve kana bulanmış yüzüne akan gözyaşlarını gizlemeye bile çabalamıyor, engine bakarak sövüyordu:
“Dipsiz it… Dalı çürüyesi… Anası gebelikten cayası…”
“Reis, gavur peşimize düşesidir.” Aro, yaralı leventleri tayfaya verdiği gibi yanına seğirtmişti. “Bırak hayıflanmayı. Adamlar Cinli Reis’i bu halde görsün mü istersin?”
“Neden yaptı bunu Aro? Nesi eksikti soysuzun?”
Vesi denizci, ne diyeceğini bilemeden küpeşte boyunca yürürken, kaygılı bakışlarla adayı taradı. Korktuğu şeyi görmesi uzun sürmedi.
Kayalık burnun arka tarafından, alacakaranlık dalgaların içinden bir deniz canavarı fırlamıştı. Yelken direği kadar yükseğe fışkıran köpüklü sulardan birkaç adam boyu havalanan dev yaratığın yayvan karaltısı, küçük bir tekneyi kaplayabilecek kadar genişti. Koskoca kanatlarını çırparak dalgaların üzerinde kayar gibi ilerliyor, denizin yüzeyine kısa bir süre inse de ince uzun kuyruğundan köpükler saçarak yeniden yükseliyordu. Yassı sırtının kalın derisini delip uzanan, her biri insan boyundaki sivri kemiklere Dormanlar tutunmuşlardı. Dengelerini bulup, yaylarını kurmaya koyuldular.
Aro, kayaların arkasından ikinci bir yaratığın da köpükler saçarak belirdiğini fark edince büsbütün telaşlandı. Yılların deneyimine karşın, korkusunu gizleyemeyen bir sesle haykırarak döndü:
“Reis, vatalar!”
Aro, yanına koşturan kadının yüzünde beliriveren yırtıcı ifadeyi beğenmemişti. Uludeniz’in dalgalarını bunca zamandır birlikte saydığı Cinli Reis’i, istediğinden de iyi tanıyordu. Bu haberi duyan her denizcinin düşünmeden vereceği, açığa kaçmak kararını vermesini yine de umut ederek bekledi. Reisin, gözyaşlarını silip Yağıranoğlu İlter’in atasına, soyuna son kez söverek ayaklanmasını kaygıyla izledi. Buyruğu duyduğunda şaşırmasa da, korkunun yüreğini bürümesine engel olamamıştı:
“Gelsinler bakalım! Orsa vurun Aro! Süpürge yelkenleri fora edin!”
Tekne, burnunu yelin gözüne verdi. Birdenbire hızları düşünce, denizciler de, tek yolcu da düşmemek için iplere asıldılar. Cinli Reis, boydan boya titreyen kırlangıcın gacırtılı itirazlarını duymazdan gelerek baş altından kocaman bir zıpkın ve tahtadan, ince uzun bir alet çıkardı.
Kısa zaman sonra, süzülerek ok erimine giren canavarın sırtındaki Dormanların atışlarına leventlerin yayları yanıt verir olmuştu. Sağından solundan vızıldayan okları umursamayan kadın, çevresinde orsanın şiddetiyle savrulanların tersine, bacaklarını açıp dengesini buldu. Bir cirit boyunda, kalın, tahta kurmayı kabza çıkıntısından kavramış, zıpkını silahın üzerindeki oyuğa yerleştirmişti. Yağmuru bastırmak için, avazı çıktığı kadar bağırarak:
“İskele alabanda!”
Kırlangıç olduğu yerde inleyerek dönünce, reis vatayla karşı karşıya kalmıştı. Yaratık yirmi kulaca yanaşana, okçu leventler geri adım atar olana kadar bekledi. Köpükler saçarak dalgalardan yükselen canavardan sarkan, uçlarında kancalar sallanan halatları bile artık görebiliyordu.
Kara, yassı gölge kanat vurup denizden son kez ayrıldığında Aro, kadının amacından kuşku duyar oldu. Yaratığın gölgesi kırlangıcın üzerine düşmek üzereyken Cinli Reis hâlâ küpeştede tek başına dikiliyor, ölümü çağırır gibi sessiz bekliyordu. Odabaşı atılıp kadını devirmeyi düşünür olduğunda, havada savrulan kancaların ve saçılan suların gürültüsünü, Cinli Reis'in narası bastırdı. Bütün kasları gerildi. Kurmayı güverteye değecek kadar geri çekti. Bacaklarının ve omzunun bütün gücüyle, yay çizerek savurdu.
Çelik uçlu ağır zıpkın vınlayarak kurmadan ayrıldı. Gölgesi güverteyi kaplayan yaratığın karanlık karnına çatırtıyla gömüldü. Yelkenleri titreten korkunç bir çığlık salan yaratık kanatlarını öne alarak kıvrıldığında, sırtındaki Dormanlar denize dökülüverdiler. Dev gölge, kırlangıcın üzerinden çırpınarak geçip, sancak tarafında sulara gömüldü. Uzun kuyruğunu titreterek, kıvrıla büküle hızla uzaklaştı.
Arkadan gelen ikinci yaratık duraklamış, Dorman sürücüleri ne yapacaklarını şaşırmıştı. Suya dökülenleri toplamak ile yağmur altında yüzüne yapışan saçlarının arasından kinle kendilerine bakarak kurmayı yeniden doldurduğunu seçtikleri kadının üstüne yürümek arasında kararsız kaldılar.
“Hadi bre ödlekler!”
Nefret bürümüş narasını bu kez Dorman dilinde salan Cinli Reis’in Uludeniz’de ağızdan ağza fısıldanan ürkütücü ünü baskın çıktı. Leventler, vatanın yavaşladığını, kanatlarını dalgalara gömdüğünü seçtiklerinde rahat bir soluk aldılar. Türlü dillerde, birçoğunun ömrü boyunca ilk kez duydukları sövgüler dalgaların sesine karışır olurken, reisi kendi haline bırakmaya karar verdiler.
Aro, tekneyi düzeltip yolunu belirlemek için denizcilere buyruk verdikten sonra, ne zamandır bir kenarda sessiz bekleyen kel kafalı delikanlının dalgın bakışlarla ufuktaki adayı süzdüğünü fark etmişti. Dümenin ve yelkenin toparlandığından emin olunca, yanına seğirtti. Tapınakta gördüklerinden sonra söze nasıl başlayacağını bilemeden bir süre düşündü.
“Adın ne senin çocuk?”
“Sungur.”
“Korkacak bir şey yok, Sungur. Ciğerleri yetmez artık peşimizden gelmeye.” Denizden üzerlerine çullanan canavarlardan korkmuşa pek de benzemeyen, alışkın tavırlarla yerine dönen delikanlının yanına çömeldi. “Asa rahibi onları geri yollayana dek, biz Pençedil’e ulaşmış oluruz, kut ala.”
“Güzel… Asa değil, kılıç rahibiydi o.”
Aro, ******n tuhaf gözlerindeki ifadeyi anlamaya boşuna çabaladı. Bunca yıldır kurtardıkları gençlerin tersine, kurtulduklarına en az kendileri kadar memnun görünen, karşı koymayan, itiraz da etmeyen delikanlıya ters gelmeyecek sözler bulmaya çabalayarak: “Bize el vermesen ordan çıkamazdık, soyun yürüsün. Nasıl da patlattın o duvarı… Biz kurtaralım derken, sen bizi kurtarmış oldun. Sağ olasın.”
“Zaten rahipler kaçtığımı anladıklarında adanın bütün limanlarını tuttular.” Sungur, başını ağır ağır sallıyordu. “Yapmam gerekenleri yapabilmem için yardımınız gerekiyordu.”
“Hele… Bunca yıldır Dorman’ın elinden doğuşlu çocuk kurtarırım, kendi kaçası olanı da ilk kez duyuyom. Niye ki?”
“Atalar söyledi.”
Delikanlı, yanıtının denizcileri bu kadar irkilteceğini düşünmemişti. Maralça Reis bile sövmeyi kesti. Teknedeki bütün gözler, ne dediğini bilmediği apaçık belli olan genç adama döndü. Kırlangıç, tüten adayı bürüyen basık bulutlardan pupa yelken çıkana kadar, kuzey ufkunda hızla uzaklaşan küçücük bir beyaz nokta olana kadar kimse bir şey söyleyemedi.
kaynak: Bu toprakta yarın yoktur. Ara sıra dün tekrar eder o kadar... | y-hayatın içinde
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.